Arapsız ve Kürtsüz Demokrasiler – Sinan Kızılkaya

Ortadoğu diye isimlendirilen coğrafyanın batı tarafında, Akdeniz kıyısında yer alan iki devlet, İsrail ve Türkiye birbirinden epey farklılaşan tarihlerine rağmen kendilerini demokratik hukuk devletleri olarak tanımlayarak sınırdaş oldukları doğudan farklılaşmak istediler. İsrail ve Türkiye, medeni batı dünyasının bir parçası ve evrensel değerlerin savunucusu, iktidarın dar bir gruba veya hanedana değil halka ait ve halkın temsilcileri eliyle yönetilen ülkeler olduklarını iddia ettiler. Kendilerine dair bu kimliklendirme, bir taraftan topluma yönelik bir cevap ve aynı zamanda inşa, ama diğer taraftan ayakta kalmak için desteğine ihtiyaç duydukları batıya yönelik bir teklifti. İkisi de Ortadoğu’da demokrasilerini korumak için medenileşmemiş olanlara karşı şedit bir bekçi-vasi gibi davranmak mecburiyetinde olduğunu söylüyor. Böylece halka karşı şiddeti meşrulaştırıyor. Bunu söylerken yüzleri batıya dönük ve oradan aldıkları destekle daimileşiyorlar. Diğer taraftan içerden gelecek tehdide karşı da örgütlenmiş silahlı kuvvet düzenleriyle demokrasilerini kısıtlı tutuyorlar.

1. Tanımlanmış bir topluluğun kültürünü, coğrafyasını, geleneksel ekonomisini kesintiye uğratarak o güne değin alıştığı yol ve yöntemle varlığını devam ettiremez hale getirmek ve muktedirlerin vesayetine, rızasına muhtaç bırakmak sömürgeleştirme yoludur. Bunun elbette her tarihsellikte ve tercih edilen siyasete bağlı olarak farklı düzeyleri vardır. İsrail’de bunun en şedit hallerinden birine şahit oluruz. Sadece toprağı değil aynı zamanda tarihi ve geleceği de doğrudan temellük etmeye, orada meskûn olanları yok ederek ve dehşete düşürüp sürerek “boş bir coğrafya”ya medeni bir ülke kurmaya yönelen fetih eylemliliği görülür. Sürülenler sadece yurtsuzlaştırılmaz buna bağlı olarak mülksüzleştirilir de, geriye kalan bütün yaşamları boyunca ele güne karşı dilenci bir topluluğa dönüştürülürler. Henüz fethedilememiş topraklarında kalanlar ise abluka altında baş edemeyecekleri bir zorba gücün esaretine mahkûm olurlar. Ablukanın bitimsizliği, topluluğun iradesizleştirilmesi için tasarlanmıştır.

Filistin’de toprakları gasp etme, yerli toplulukları öldürme ve sürme siyasetinin öncüsü olan Siyonist gruplar, 1948 öncesi başladıkları bu faaliyetlerinde büyük sömürgeci güçlerin genel yönelimleriyle uyumlu bir şekilde ve tercihen bu yola yöneldiler. Bu siyaset mecburiyetle şekillenmiş bir yol olmaktan ziyade tercihlerle şekillendi. Filistin yerlisi diğer toplulukların katledilişi ve sürgününü yurt sahibi olmanın yolu olarak gördüler. Siyonizm, işgal ile vücut bulabilen bir milliyetçiliğin sürekli ilerleyen savaşını ve işgal hareketliliğini dokuyan ideoloji iken bu ideolojik aygıta karşıtlığı anti-semitizmle özdeşleştirmek ise iki işlevli bir cinlik barındırdı. İsrail böylece kendini daimî saldırı altında göstererek batılı egemenlerden destek almanın yolunu buldu. Batılı egemen güçler ise anti-siyonist direnişçileri ve destekçilerini ırkçı olarak tanımlayarak kötülük imgesini kendilerinden direnişçilere transfer edebilirler. Müslüman ve Hristiyan ahaliyi yerinden ederek Filistin’e yerleşen siyonizm, bir egemen milliyetçiliği olarak iş gördü. Ezilenlerin milliyetçiliğinden farklı olarak, kendini bir zamanlar ezen devletlere karşı bir direniş ve inşa içerisinde olmaktansa onlarla iş birliği içinde başkalarını yok ederek veya sömürgeleştirerek vücut buldu.

 2. Yahudiler doğu Akdeniz’in kadim halklarından olsa da Kitabı Mukaddes’e göre en az iki kez sürgüne çıkarıldılar ve dünyaya dağıldılar. Haçlılar tarafından tekrar Kudüs’ten çıkarıldıktan sonra Selahattin Eyyubi döneminde yeniden Kudüs’e yerleşebildiler. Son yüzyılda ise Yahudilerin Avrupa’da yaşadıkları yok edici, soykırımcı trajediden sonra seküler siyonist öncülerin hedeflemesiyle Filistin’e; Firavuna köleliktense uzun bir yolculuğa çıkan bir topluluğa Tevrat’ın gösterdiği “vaat edilmiş topraklara” Avrupalı Yahudileri taşıdılar. Fakat bu topraklar boş değildi, karşılarında onları köleleştirmiş veya soykırıma uğratmış bir topluluk da yoktu. Yerleşimci Yahudi nüfus ya yerli topluluklarla bir paylaşım ve komşuluk hukuku inşa edecekti ya da savaşacaktı. Tevrat’a atıfla köklerini aramaya çıkan seküler siyonist öncüler savaşı tercih etti ve bundan hiç vazgeçmedi. Böylece Avrupa’nın “Yahudi sorunu” yeni güç asimetrisiyle Filistin’e transfer edilmiş oldu. Avrupa’nın uzun tarihi boyunca hep bir sorun olarak kodlanmış Yahudi topluluklar, toplama kamplarında maruz kaldıkları yok edilme ve aşağılanma sonrası Avrupa’daki yurtlarında kalmanın zorluklarını gördüklerinde yeni bir alternatife daha meyyal hale geldiler. Avrupa için de elini temizleyerek, baş edemeyeceği sorundan kurtulmanın yolu Yahudi toplulukların bir koloniye transferi olarak belirdi. Nihai olarak Avrupa’nın ve Yahudi elitlerin uzlaşmasıyla Filistin, Yahudiler için yeni yurt olarak seçildiğinde Filistin’deki insanlığın tasfiyesi ve buranın Yahudilere münhasır kılınması askeri bir soruna dönüştü. İnsansız olduğu varsayılan toprakların vatan kılınması sanıldığı kadar kolay olmayacaktı. Siyonist öncülerin tedhiş siyaseti, emperyal güçlerin desteği ve yerel topluluk temsilcilerinin iç kavgaları topraklarını terk etmek istemeyen Filistinlilerin sürgününü mümkün kıldı. Buna rağmen 1920lerde başlayan ve şiddetlenen çatışmalarla durmadan daha büyük uluslararası soruna dönüşen Filistin direnişi nihayetlenmiş değil. Filistin çevresindeki Arap devletleri elitlerinin batıya bağımlılığı zaman zaman yükselen milliyetçi Arap dalgalarına rağmen Filistin’deki sürgün ve katliama çoğunlukla sessiz kalmalarına neden oldu. Savaşa tutuştuklarında ise iyi örgütlenmiş İsrail ordusuna karşı yenildiler. Nihayetinde bu yöneticilerin batı desteği ile halk tepkisi arasında kaldıklarında çoğunlukla batı desteğini tercih etmeleri, batı desteğinin ise İsrail’in korunması şartına bağlı olması bugüne gelinmesine neden oldu. 1948 öncesi ve sonrasında Filistin’de halkın mücadelesine önderlik eden geleneksel elitlerin direniş ça baları çöktükten sonra, çevre Arap devletlerin askeri başarısızlıkları da umutları bitirince Filistin mücadelesi 1967 sonrasında tamamen halk kökenli bir karaktere bürünecek ve mücadelenin liderliği yeni örgütlerin eline geçecekti. Filistinlilik kimliği de tam olarak kitleselliğe mecbur kalan direniş koşullarında inşa edildi. Yoklukla damgalanmaya çalışılan bir ülke ve kimlik için “bir Filistin vardı / bir Filistin yine var” şiiri de bu koşullarda yazıldı. Sürgün ve daimî abluka koşullarında, mülksüzleştirilmiş, tarihi silinen bir halk olarak kimliğini yeniden kurmak mecburiyetinde kaldı. “Nehirden denize özgür Filistin” hayali bu koşullarda siyasi hedefe dönüştü. Devlet yazarlarına karşı terk edilen köylerinden başlayarak geçmişini yeniden yazmak ve geçmişi işgalden kurtarmaya çalışmak da kurtuluş misyonu ve geleceği inşa için çeşitli ideolojik söylemlerden argüman devşirmek de bu kimliğin dipten, plebyen kuruluşunun gerekleriydi. Geleneksel elitlerinin çıkar çatışmaları nedeniyle ilk savunucularını yitirmiş, hanedanlaşan liderlerin İsrail ile iş birliği yaptığı, yeni popülist Arap liderlerin ise yenilgileri sonrası kaderine terk ettiği Filistin yoksunluklar içinde bir mücadeleyle kendini kabul ettirmek mecburiyetindeydi. Bu durum çevre Arap devletlerin ve oligarşik karaktere bürünmüş elitlerinin halk mücadelesi kipinde dönüşen mücadeleyi kendi siyasi geleceklerine tehdit olarak görmesini de tetikledi. Bu yüzden Filistin direnişinin başarıya ulaşması pek de arzulanan bir şey olmadı, aksine sönümlenerek yıkım kaderine teslim olunması onlar için daha tercih edilesi bir yol oldu. Çünkü halk direnişiyle gelecek bir zafer başka bir yönetim tarzının mümkünlüğünün de göstereni olacaktı. Nihayetinde Filistin direnişi modern bir devlet ve güçlü ordusunun vahşi kırıcılığına karşı muzaffer olamadı ama sönümlenmedi de. Çünkü Filistinlilerin gidecek yeri yok, bulundukları topraklarda, kamplarda haysiyetli bir hayat hakları tanınmıyor, direnişten başka çareleri yok. Direniş bütün tüketiciliğine rağmen yeniden nüksetmek mecburiyetinde. Belirdiğinde dışardan desteğe muhtaç ve kendisine sırt dönmüş İslam ve Arap devletlerinin yardımına yöneliyor, meydanlarda beliren halk tepkileri Arap devletlerini gönülsüz de olsa çaba göstermeye zorluyor. Aksi takdirde bu yönetimlerin meşruiyetleri halk nezdinde tehlikeye düşüyor. Ama hiçbir zaman ciddi bir sahiplenme ve çözüme yöneltme iradesi göstermediler. Çünkü Batı’ya bağımlılar, halklarıyla iktidar paylaşmaya niyetli değiller ve bu yolun açılmasını istemiyorlar.

 3. Filistin topraklarına yerleşmiş İsrail bugün emperyal gücün bir kolonisi gibi askeri bir saldırganlık mantığıyla örülmüş durumda. Yahudi toplumu için bir demokrasiyi Ortadoğu’da inşa etmiş görünen İsrail, bu demokrasiyi ancak yerli halka karşı tedhişçi ve ırkçı orduyla koruyabilmekte. Sadece bir etnik grubun, egemen devletin Yahudi yurttaşlarının demokrasisi olan düzen, yerlileri gayri-insanileştirerek ayakta kalabiliyor. Yahudilerin kadim topraklarına, “insansız topraklara” her ne olmuşsa gelip yerleşmiş bu barbarlar, aynı zamanda medenileşmesi mümkün olmayan, yani asimilasyonuna da rıza gösterilemeyecek, imhası ve püskürtülmesi gereken bir topluluk olarak damgalanıyor. Aslında İsrail’in kurucu güçleri baştan beri Filistin toplumunun tamamının yok edilişi ve sürgününe niyetliydi. Çünkü homojen, yabancıyı içermeyen bir vatan kurmak istiyorlardı. Bunun için batı dünyasının rızasının satın alınacağını düşünüyorlardı fakat direnişin halklarda destek bularak yaygınlaşan itirazı satın alınabilir rızanın bedelini yükseltti. Bilhassa direnişin 1967 savaşı sonrası plebyenleşen karakteri batı kentlerinde anti-emperyalist grupların da desteğini çekti. Yanı sıra aynı emperyalist gücün yıkıcılığına maruz kalmış Müslüman toplumların duygudaşlığı Filistin meselesini uzun süredir küresel gündemin temel bir meselesi kılmış durumda. Bu durumda İsrail yanlılığı batılı elitler için ahlaki bir maskeye bürünse dahi üstlenilmesi zor bir role dönüşmektedir.

Yine de İsrail’in modern bir demokrasi olması, Yahudilerin soykırıma uğramış bir halk olması, Filistin’in kadim Yahudi yurdu olması gibi öncüller batılı elitler için hâlâ kendi kamuoylarına karşı kullanılabilir argümanlar. Bu argümanlar etrafında şekillenen savunu, aynı zamanda Yahudi topluluğun Filistin’e modern dönemde yeniden transferinin arkasındaki suçluluğu örtmeyi de sağlayacak bir şekilde yalnızca Yahudilere ait bir kadim vatan olarak buranın düşünülmesini teşvik ediyor. Bugün İsrail’in kurucu sol siyonist güçleri gitgide küçülmüş ve siyasi etkinliği azalmışken artık Yahudi toplumun çoğunluğunu da sağ güçler temsil etmekte. Bu, aynı zamanda çatışmayı çözmek üzere üzerinde konuşulabilir bir modern norma da yatırım yapmayan temsilciler grubunun hakimiyeti anlamına geliyor. O yüzden Kitabı Mukaddes’in işine gelen kısmını keyfince öne çıkararak dindar popülizme yaslanmaya çalışan Netenyahu savaşa itiraz eden az sayıda Yahudi aktörü sessizleştirebiliyor. Yine bu nedenle düşman olarak belirlediği topluluğun yeryüzünden silmeyi öğütleyen Amalek kıssasına atıf yapabiliyor. Oysa ilk dönem kurucuların kamusal dili modern normlara zorbaca da olsa daha uyumluydu, mecbur kalınmış bir şiddet hikayesine ve mamur edilen insansız çorak topraklar hikayesine sığınıyorlardı.

4. İsrail’in batılı güçlerin desteğini arkasına alıp halkı yerinden ederek kurmaya çalıştığı ülke sürekli direnişlerle karşılaştı. Bu direnişler onun kendine dair hikayesini de kısmen boşa çıkardı. Direnenler toprağın kadim sakinleriydi ve demokrasi hikayesini tersyüz ediyorlardı. Irk ayrımına dayalı bir zorba düzen olduğu inkâr edilemez şekilde batılı kamuoylarına da mal olduğunda Filistinlilerin müzakere edilecek insanlar olarak masaya daveti mümkün oldu. Oslo Anlaşması (1993) iki devletli çözümü önerirken Filistinlilere Batı Şeria ve Gazze’de birbirinden kopuk iki alanda geçici hükümet kurma önerisi yapıldı. Arafat’ın razı olduğu ama birçok Filistinli grubun muhalif olduğu bu çözüm de hiç uygulanmadı. İsrail geçici Filistin hükümetinin devletleşmesine izin vermedi ve bu ayak sürümede Batılı güçlerin onayını aldı. Sürekli taciz edilen ve alan içi hareketliliği kesintiye uğratılan Filistinliler kendini yönetme ehliyetini sahip bir halk olarak asla tanınmadı. Batı Şeria’da mekânı kesintiye uğratarak, hatta bir Filistinlinin evi ve bahçesinin diğerinin evi ve bahçesiyle sürekliliğini keserek; mekânın içine yerleşimler, yollar, askeri kon trol noktaları aracılığıyla güvenlik aygıtı sokarak günlük hayata müdahil oldu. Diğer taraftan Gazze’nin ise tamamını çevreleyerek, dışarı ve içeri arasındaki enerji, gıda, ilaç, para, insan ve su akışını kontrol altında tutarak askeri abluka altında daimî gözetimde tuttu. Böylece sınırını kontrol edemeyen, insanların en temel yaşamsal ihtiyaçları için İsrail’in rızasına bağımlı bir geçici Filistin hükümeti icat etmiş oldu. Sonuçta İsrail, Oslo Anlaşması ile barışa razı edilmiş Arafat’ı halkı nezdinde itibarsızlaştırdı, FKÖ’yü kendi rızasına muhtaç bir güce çevirerek halkı savunucu rolden kopardı ve iki devletli formülü işlevsizleştirmiş oldu. Buna karşın Oslo sürecinin başından beri önerilen kısıtlı varlığa muhalefet eden diğer Filistinli güçlerin “nehirden denize özgür Filistin” ideali kendine yeni taşıyıcılar aradı. Gazze’de daimî abluka altında yaşayan ve her evin çevrelenerek hapishaneye çevrildiği Batı Şeria’da fiziksel hareketliliği dahi kısıtlanan Filistinliler, zorba bir devletin sürekli işgal hareketiyle yüz yüze. Bunun anlamı suyun, enerjinin, gıdanın akışını istediği zaman kesen çalışma izinlerini istediği zaman iptal eden keyfi bir işgalciyle yüz yüze olmak ve her an evinden bahçesinden koparılabilir olmak. Irk ayrımına dayalı olarak Filistinlileri farklı hukuka tabi tutan, öldürülebilir-sürülebilir kılan ve apartheid düzeniyle benzeştirilen bu hükmetme modeli karşısında elbette Filistinliler kendi direniş geleneklerine yaslanarak yeni savunucular inşa edecekti veya bazı küçük savunucuları büyütecekti. Hamas’ın yükselişi de tam olarak savunucu rolün yeni bir taşıyıcı aradığı bu koşullarda şekillendi. Buna karşın İsrail’in sürekli ilerleyen işgaline, günlük hayatı boğan baskısına, keyfi şiddetine sessiz onay veren aktörler dün FKÖ ve Arafat’ı terörizmle suçlarken bugün de savunucu rolü üstlenen Hamas’a aynı suçlamayı yöneltiyor. Burada görünen şu ki, işgalciye/egemene uygulanmayan norm şiddet altında yaşamaya mahkûm kılınmış topluluğun savunucu aktörüne medeni yetkinlik tespiti için dayatılmakta ve nihayetinde savunucu aktörün siyasi temsil edebilirlik liyakatini düşürmek üzere kullanılmaktadır. Buna karşın El Fetih/FKÖ çizgisinden Hamas’a devredilen savunucu rol sonrası Hamas’ın tercihlerine bağlı olarak siyasi temsil ve savunu iddiasındaki aktöre elbette çeşitli eleştiriler yöneltilecektir. Ama bu eleştiriler kişi ya da kurumların kendi tercihlerine veya konforlarına bağlı eleştiriler ise bunun ciddiye alınacak bir tarafı olmaz. Nihayetinde orada bir savaş içinde var olmaya, hayatını sürdürmeye çalışan bir toplum ve o toplumun rızasıyla varlık bulmuş bir siyasal yapı var. Bu yapıya ve tercihlerine yönelik eleştiriler ya saf bir ahlaki pozisyondan yapılabilir (ki, böyle bir pozisyon var mı, mümkün mü) ya da savunucusu olduğu toplumun örgüte eleştirisinden türetilebilir (ki bu durumda varlığını devam ettirmeye çalışan toplumun iradesine saygı öne koyulmuştur). Bu durumda El Fetih/ FKÖ çizgisini sosyalist kökeni nedeniyle yabancılıkla suçlayan İslamcı eleştiriler de Hamas’ı dış bağlantıları veya dinciliği nedeniyle suçlayan sol ve seküler eleştiriler de ciddiye alınabilir argümanlar olmaktan çıkar. Savaş içinde varlığını sürdürmeye mecbur bırakılmış bir topluluk kendi içinden çıkardığı veya sahiplendiği bir siyasal topluluğa nereden eleştiri getiriyorsa, tutamak noktamız da orası olacaktır. Aksi takdirde ceberrut devletlerin bu topluluklara tanımadığı demokratik katılım ve iradesiyle müdahil olma hakkı siyasal formdaki eleştiri tarafından bir daha kısıtlanmış olacaktır.

5. Filistinlilerin sorunu ile Kürtlerin sorununu kıyaslamaya kalktığımızda ikisinin arasında epey farklılık görmek mümkün elbette ama meseleyi tarihsel coğrafyasında yaşayan kadim bir topluluğu modern bir devletin zorbalığıyla muhatap olmak üzerinden kıyaslarsak düzey farklılığına rağmen çokça benzerlik bulabiliriz. Hanedanın egemenlik hakkının ilgası ve kısmen de imparatorluk mirasının reddi üzerine kurulan Cumhuriyet rejimi, medeni batının bir parçası olarak uluslararası alanda yeni devletin meşruiyetini kurarken Kürdün varlığının inkârıyla homojen bir ulusun vatanını inşaya çalıştı. 46’dan sonra demokrasi olduğunu iddia ettiğinde de isyanları bastırarak susturduğunu düşündüğü Kürtlüğü tekrar hatırladı ve yeniden bastırmaya çalıştı. Bu onun, herkese ait bir cumhuriyet ve demokrasi olma yolunda ilerlemesini kısıtlayan refleksiydi. Kürtler burada Türklerden daha kadim bir köke sahip olsa da uzun yıllar varlıkları inkâr edilen, medenileştirilmeye mecbur, asiliği ıslah gerektiren, hatta zaman zaman haşereleşmiş bir topluluk olarak tanımlanarak askeri zorla bastırıldılar. Bu coğrafyada kendi adları ve kültürleriyle yaşamaya hak sahibi görülmediler, bu yüzden ancak fetihçi devletin makbul yurttaşına dönüşerek hak sahibi insana terfi edebildiler. Fetihçi devlet diyorum, çünkü imparatorluk mirasından kısmen vazgeçilse de Kürdistan’ın yeniden fetihleri aralıklarla devam etti. 2. Mahmut’un merkezileştirme ve yerel elitleri tasfiyesi ile başlatılabilecek ilk yeniden fetih denemesi, 1925 isyanı sonrasında Kürt varlığının inkârı ve coğrafyadan Kürt isminin silinmesiyle devam etti. Öncesinde Ermeni toplumunun tasfiyesi ile başlayan 1923 sonrası gayrimüslim nüfusun mübade lesiyle devam eden bu süreçte en zoru Kürtlüğün tasfiyesi oldu. Hepsi de zorunluluktan ziyade siyasi tercihlerle ilerleyen bu adımlar mülksüzleştirmeler, sermaye temerküzleri ve egemenlik iddiaları içeriyordu. Son yeniden fetih dalgası ise 2015 hendek çatışmaları sonrası tercih edilen kayyumlaştırma siyaseti aracılığıyla yönetime katılma hakkının reddiyle oldu. Artık inkârdan ziyade tanıyarak.

6. Bir cumhuriyet olarak ilanından beri devletin Kürtlere yönelen katliam ve inkârı, boş bir coğrafyaya istediği makbul ulusu çizme arayışıyla ilgiliydi. İmparatorluğu kaybedişin tedirginliğinden ziyade gücün ispatı arayışıyla şekillenen reflekslerle içe yönelinmişti. Sınırlar içinde kalmış topluluklarla yeni bir hukuk ve sözleşmeyle memleket inşa etmeyi denemek düşünülmedi, şedit bir bastırma harekatıyla askeri yol tercih edildi. Bunun için tarih yeniden yazılırken sömürgeci bir hükmetme pratiğine benzer şekilde yabancılanan kadim bir halkın tarihsel coğrafyası sürgün/yerinden etme, kırsalı insansızlaştırma, dışardan yerleşimciler teşviki ile kesintiye uğratılacak ve yönetilebilir kılınmaya çalışılacaktı. Yine geleneksel ekonomisi dağıtılarak kendini bildiği haliyle yeniden üretemez hale getirilecek ve elitlerinin bir kısmı devlet merkezli rant dağıtımıyla asimilasyona razı edilerek kendi toplumuna karşı ajanlaştırılacaktı. Yanı sıra ikili olmasa da özel bir güvenlik hukukuna maruz bırakılan toplumun iradesi daimî şiddetle kırılacaktı. Bunun sömürgecilik pratiklerine ne kadar benzediğine dair teorik bir tartışmaya girişmektense inkâr edilen topluluğun her bastırılma sonrasında bir süre bekleyip tekrar isyan iradesi göstermesi ve kendine yönelen şiddetçi devleti dönüştürmek üzere harekete geçmesine dikkat kesilmek daha önemli. Dinî bir dille kendini ifade eden Kürt siyasi aktörler bastırılırken daha sonra seküler bir isyancı dille siyasi aktöre dönüşen Kürtler de aynı şekilde özel güvenlik hukukunun esiri oldu. Hatta isyancı dil uzlaşmacı söyleme dönüştüğünde bu bile terörle yaftalanmaktan çekinilmedi. Her seferinde belirleyici olan Kürdün kendi adını kabul ettirerek bir aktöre dönüşme arzusu oldu. Bu arzu demokrasi olduğunu iddia eden Türkiye rejiminin varlığına saldırı kabul ettiği bir yönelim. Makbul ulus kimliğinden aşağı gördüğü Kürtlüğün eşitlenme talebi, uluslararası sistem içinde tahkim edilmiş devlet düzenini paylaşıma açmayı gerektirdiğinden aslında öncelikle devlet elitlerinin statülerine yönelik saldırı içeriyor. Fakat devletle statü kazanan elitler, eşitlenme arzusunu ulusun varlığına yönelik saldırı olarak tanımlayıp bu arzuya karşı kitleleri seferber etmeyi her seferinde başardılar ve toplum çoğunluğunun rıza gösterdiği bastırmayı başarabildiler. Böylece içerde Kürtlere karşı özel güvenlik hukukunun işlemesi meşrulaştırıldı ve demokrasi iddiasının kısıtlılığa mecburiyeti topluma kabullendirildi. Diğer taraftan Kürt taleplerinin bastırılmasının batılı devletlerin de çıkarına olduğu kabullendirilerek en azından pasif destekleri alınmış oldu.

7. Batı devletleri sisteminin, emperyalizmin Ortadoğu’da çıkarlarını savunan iki rejim; egemeni oldukları coğrafyada kontrolleri altında olan toplulukları ikili hukuk sisteminin veya özel güvenlik hukukunun mağduru kılarken, bu kadarcık özerk davranma, yapısal ırkçı bir sistem kurma haklarını egemenlik hakkı olarak tanımladılar. Gönüllü veya gönülsüz bunu kabul ettirirlerken medeni dünyanın eşit ve yetkin üyeleri olarak kabul edildiler. Buna karşın demokrasileri sadece makbul bir topluluğun katılım hakkını içeren demokrasiler oldu, düzeyleri çok farklı olsa da ırkçı bir yapısallık inşa edildi ve bu yapının yıkımına yönelen itirazların failleri bastırılırken medeni olmayan şiddete özsel yatkınlıkla tanımlandılar.

Bu yazı 02.11.2023 tarihinde Halka Dergi’ de yayaınlanmıştır

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir